Osman amca, soğukkanlı, kendi hâlinde bir adamdı. Masum
gülümseyişi, şişman yüzü, hâlâ merakla etrafına bakan ışıl ışıl gözleriyle bir
çocuk, yılları içinde barındıran çizgiler ve dolu gözleriyle ise yaşamak için
fazlasıyla ihtiyardı. Hâlâ annesiyle birlikte yaşamaktan şikâyetçi değildi
belki ama artık tatmadığı duyguları tatmak, isteyip de yapamadığı şeyleri
yapmak istiyordu. Bugüne dek hiç âşık olmamış, anası dışında hiçbir kadınla
diyalog kurmamıştı. Her seferinde, o hep bahsedilen, hiç beklemediğin bir anda
gelip tüm hayatını değiştirecek olan kadını bekliyordu. Belki de tam da bu
sebepten, kimse çalmıyordu kalbinin kapılarını. Beklemekten ne zaman ki
vazgeçecek, o zaman gelecekti bu davetsiz misafir. Ne gelirdi ki elinden, belki
de hiç gelmeyecek bir umut için yaşıyordu fakat yaşamadan bunu bilemezdi.
Düzenli bir hayatı vardı Osman amcanın. Uyuyor, uyanıyor,
bir bardak çayı evde içip bir bardak da yürüyerek içiyordu. Her kimse şu
anasının bahsettiği -mutlaka gelecek olan- kadın, onu bir an önce bulmak
istiyor, yürüyebildiği kadar çok yol yürüyordu. Olur ya, yolda bir arkadaşla
karşılaşırsın, o da tam seni ziyarete geleceğini söyler. Belki de buna benzer
bir şeyler olurdu, biraz tesadüf belki, belki değil... Neyse... Dışarıdaki serüven
sona erdiğinde de devamlılık gösteren olaylar birbirini izliyordu:
Her zaman olduğu gibi, akşam yemeğini biraz geçerek elinde
bitmiş çay bardağıyla eve geldiğinde yine her zaman olduğu gibi sorularıyla
anasına bakıyor; anası ise şefkat dolu gözlerle oğlunu süzüyordu.
-"Gözleri, güzel gözleri vardı. Masmavi, bir denizi
andırıyordu..."
-"Sen yüzme bilmezsin oğul..."
-"Çeşmede bir kadın, görmeliydin, gerçekten beni
seviyor! Nasıl da süzdü bir bilsen. Sonra bizim şu Haydar yok mu hani Ali'nin
oğlu. Kızı kanserden öldü geçen yaz... Nasıl ağlamıştı zavallı adam... Neyse...
İşte onun bakkalda da biriyle tanıştım. Elinde çikolata vardı, yere düşürdü
eğildim, uzattım... Teşekkür etti... Daha neler neler..."
Anlattıkları ne kadar değişirse değişsin, sonuç hep aynı
kalıyordu. Anasının kucaklayan bakışlarına dayanamayıp, bir süre sustuktan
sonra sarılıyor ve oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi ağlamaya başlıyordu.
Yine de ne olursa olsun anlatırken aldığı heyecan ve umut hiç eskimiyordu,
bugüne dek.
Ne olduğunu sorsan, o da bilmez. Bazı şeyler bizim elimizden
gelmiyor ya, duygular işte, insanın bir hevesi kırıldı mı, vay haline! Bir de
bu hevesi kırılan adam Osman amcaysa... Ama ne zaman, ama neden bilemeyiz fakat vazgeçmişti artık. Tek yaptığı, ölümü beklemek olacaktı, bir de sürekli
dua etmek; anasından önce alsın diye canını Allah... Nasıl dayanırdı o buna?
Bilirdi, anası güçlü kadındı. Çok çekmiş evvelden...
Evet, artık elinde bardakla dışarıda gezen Osman amca yoktu.
Artık ne ruhu ne de yüzü çocuktu Osman amcanın. Ee, bu Osman amcaya Osman amca demeye bin şahit isterdi. Haklıydı bile, umut denen şey bir gidince, gelemezdi
insan kendine... Değişirdi, büyürdü ve anlamsız bakışlarını ölüme yönlendirir,
yitip gitmeyi isterdi... Ah Osman amca, vah Osman amca! Nefes candan gitmedikçe
umut denen şey gider mi sanıyorsun? Öyle sanmıyordu belki ama bırakmıştı
kendini. İştahı yoktu bu aralar hiç, bir deri bir kemik kaldı derler ya, tam da
öyleydi bedeni... Ne yapıyorsun Osman amca, sen yaşlı bir adamsın!
Sesimi duysa belki gelecekti kendine ama ne mümkün... Bazen
sadece izleyip böyle yazıyorsun işte. Neyse ne canım, yazılmaktan daha güzel ne
var? Yazıldıktan sonra ölmez ki insanlar. Ne türküler, ne nağmeler, ne şiirler
ne hikâyeler! Onlara konu olan bir şey ölebilir miydi? Hastalanıp yatağa düşen
Osman amca da ölemezdi elbet... Şu Bahar Ana'mın hâli de pek yaman, Allah uzun
ömürler versin tabii ama üzüntüsü gün gün artıyor, bir de evlat acısıyla mı
yansın yüreği? Dedim ya işte, insan aciz, ne yapalım, derdi veren Allah
dermanını da verir. İyi değil Osman amca, gidici diyor doktorlar... O kadar ki
işler, kefen ölçüsü aldırmaya kadar gitti. Bahar Ana kolay mı alıştı yoksa öyle
mi göstermeye çalışıyor bilemeyiz ama bir hocayı getirmiş eve, kızıyla beraber.
Cayır cayır yanıyor Osman amca ama gözleri açık, süzüyor etrafını... Süzmez
olaydı!
"Kim bu kadın?" "Neden terliyorum?"
"Tüm kaburgalarım neden titriyor?" Eyvah eyvah! Şu hayat, gerçekten
de ilginç... Anası hocayla konuşuyor, ara sıra ikisi birden gözlerine
bakıyor, Osman amca tökezliyor, başını aşağı yukarı hareket ettirip Esma'ya bakmaya
devam ediyordu... Hoş, Esma'nın kafasını kaldırdığı da yok ama... Hiç bakmaz mı
bu kadın? Kafasında binlerce soru olan Osman amca anasının kapıyı kapattığını
duyar duymaz doğruluyor. Hiçbir şey sormuyor bu kez, "Âşık oldum."
diyor sadece. "Âşık oldum!"
Anası, battaniyeyi elleriyle düzelterek oğlunun başucuna
oturuyor gözlerine bakıyordu. "Ah, deli oğlan, bulamadın mı âşık olacak
başka birini?" "Bulamadın mı âşık olacak başka zaman?" Hiçbiri
dışa vurulan sözler değildi; Esma evliydi, Osman'ın sayılı günleri kalmıştı. Bunu
söylememeyi tercih etti Bahar Ana. Zaten çok değil, tam iki gün sonra, cenazesi
kalkacaktı Osman amcanın. Son iki gün...
Bu son zamanlarını, Esma'nın yollarını gözleyerek geçirdi.
Fazlasıyla mutlu, hiç olmadığı kadar... Ve hiç olamayacağı kadar... Eh, anası
sevinse de onu böyle görmeye, gerçeği bir o biliyor. Sevinçle hüznü aynı anda
yaşıyor kadıncağız... Düşünmüyor değil aslında..."Bu insanın eceli,
misyonu tamamlanmadan gelmiyor..." Eğer doğruysa bu, Bahar Ana'nın bir
görevi daha var. Cenazeyi kaldırmak...
Evet, cenazeyi kaldıranların en başında yer aldı Bahar
Ana... Son sözleri ağır oldu diyorlar Osman amcanın... İki damla göz yaşıyla
beraber, yüzündeki muazzam gülümseyişiyle birlikte veda etmiş hayata... Hüzünlü
bir mutluluk... Bahar Ana ise ondan beklediğimiz gibi, tabutu titreyerek
kaldıran elleri, dimdik omuzlarıyla beraber daha da güçlü görünüyordu... Hiç
ağlamadı Bahar Ana... Hep gülümsedi... Sahi, insan böyle zamanlarda bile
gülümseyebilir miydi?
"Ne yapalım?" dedi Bahar Ana... "Yaşasa, daha
çok ölecekti..."
CONVERSATION