ÖYKÜ: KIRMIZI YÜZÜNDEN - ZABEL YILMAZ
Çıkmadan önce son bir sigara yakıyorum. Yürürken içemem şu sigarayı. Aynı anda iki işi birden yapamam hiç. Sigaradan hızlı hızlı bir iki nefes çekiyorum. Ateşi köz gibi oluyor; kıpkırmızı. Pencereyi açıp izmariti yola fırlatıyorum. Camı açık bırakıyorum. Sigara kokusunun zar zor yol aldığı küçücük odanın camından sidik kokusu giriyor.
Caddeye çıkan yolun sokakları daracık, binaları eski, insanları ise rutubetli. Mahalle sakinleri her köşe başında başka bir ahlaksızlıkla meşgul. Ben de mahalle sakinlerinden biriyim. Birazdan caddeye çıkıp ahlaksızlığın daniskasını yapacağım. On yıldır her gece aynı ahlaksızlığa yol alıyorum. Üstelik utanmıyorum da. O gün babam da mahallede kıyameti koparınca…
Kırmızı ruju orospular sürermiş. Öyle dedi babam. Annem, “Sen orospuların kırmızı ruj sürdüğünü nereden biliyorsun?” diyemedi. Hacı Ahmet’in kızı orospu oldu dedirtmezmiş. Sanki beraber hacı olmuşuz. Ahlaksızlar gibi kırmızı ruj sürüp dururmuşum. Ağzımdan, burnumdan akıttığın kan da kırmızı diyemedim. Çıkış o çıkış… Hacı Ahmet, oldu orospunun babası…
İsmail’in kuaförüne beni manikürcü çırağı olarak işe soktuklarında liseyi daha yeni bitirmiştim. Yalan yok, ben istedim. Çalışan akranlarıma özendim. Annem Zehra’yı suçladı. Zehra’nın suçu yoktu. Orospunun boyanıp salınması beni cezbediyordu. Babam öyle dedi. O zaman daha hacca gitmemiş olan babam da mahallenin diğer erkekleri gibi kahve önünde oturup yoldan salınarak geçen Zehra’yı süzerdi. Zehra onları da cezbederdi.
Akşamları biz kapıda oturup çekirdek çitlerken Zehra geçerdi önümüzden. “Sahile iniyorum kızlar, gelin,” derdi. Gidemezdik. O giderdi. Dudaklarında kırmızı ruju, omzuna attığı ince tüylü peluşuyla salınarak sırıtırdı. Kırmızıdan başka oje kullanmazdı. “Kadın dediğin kırmızı oje sürmeli,” der dururdu. Kadınlığı hep kırmızıya boyardı Zehra.
Eve gelip kırmızı bir şeyler arardım. Bulamazdım. Annemin siyah baş örtüsü, griye çalan bluzları, kahverengi etekleri vardı hep. Annemin siyah beyaz dolabını kapatıp Zehra’nın kıpkırmızı gardırobunu düşlerdim.
Aynanın önünde duran kırmızı ojelerden en koyu olanını seçiyorum. Sürmeden önce kırık tırnağımın üstünden törpüyle geçiyorum. Çekmeceyi karıştırıyorum ama kırık ruhuma uygun bir törpü bulamıyorum. Kırmızı ojeyi sürdükçe sırtım dikleşiyor, göğsüm öne çıkıyor. Kadınlığı yeniden doğuruyorum.
İlk defa İsmail’ in kuaför salonunda sürüyorum kırmızı ojeyi. Benim gibi çırak olan Şükran, “Sürmesene kızım şunu orospu karı gibi,” diyordu. Buraya gelen müşteriler hiç kırmızı oje sürdürmüyormuş gibi. Onlar da orospuymuş. Kıskanıyordu bence Şükran. Gelen müşterileri, Zehra’yı, kırmızı ojeleri…
Yol bitmek bilmiyor bugün. Kafam dağılsın diye saatime bakıyorum. Ahlaksızlığa beş dakika kalmış. Kaldırımda oturan yaşlı kadına ilişiyor gözüm. Her akşam aynı saatte, aynı yerde oturuyor. Mahallenin evsizi bu da. Israrla her akşam benimle konuşmaya çalışıyor. Bense sessiz sedasız yoluma devam ediyorum. Dedim ya, aynı anda iki işi birden yapamam. Çantamdan telefonumu çıkarıp bir şeylere dalmış gibi yapıyorum.
“Bırak be kızım şu işi yol yakınken. Ne güzel kızsın be değer mi hayatını piç etmeye…”
Çirkinlikle mi yapılıyor bu iş, demek istiyorum, demiyorum. Söylediklerini duymamak için adımlarımı hızlandırıyorum. Karanlık yol aydınlanıyor, caddenin ışıkları yüzüme vuruyor. Caddenin gürültüsünden kafamın içindekilere fırsat kalmıyor. Hava düne göre biraz daha soğuk olduğu için bugün köşe başında beklemeye karar veriyorum. Önünde durduğum bina biraz olsun uğultulu rüzgârı kesiyor.
Hava estikçe deniz kokusu geliyor burnuma. Bizim sahilin kokusu. Zehra’yla gizliden indiğimiz sahil. Zehra’nın dolabını görüyorum o gün. Tam düşlediğim gibi, kıpkırmızı, allı pullu, ışıl ışıl parlıyor…
“Giyin kız istediğini,” demişti Zehra bir gün. Giyindim. Kırmızı bir elbise, gümüş payetli bir ceket… İsmail’in kuaföründe sürdüğüm kırmızı ojeyle aynı tonda bir ruj…
Ertesi hafta kuaför İsmail sıkıştırdı beni ağda salonunda. Zehra’yla arabalara biniyormuşuz. Kırmızı ruj sürmüşüm dudaklarıma. Öyle görmüş İsmail. “Kırmızı yakışmış,” dedi ama o gün siyah eteğimi de beğenmiş belli ki. İsmail’ in boyalı elleri siyah eteğimi sıyırdı, geçti. O gün öğrendim erkeklerin bir kırmızı ruj fiyatı ettiğini.
Sigara paketimden bir dal daha çekiyorum. Belki hemen bir araba durur önümde. İnsan ne zaman, daha çok bekleyeceğim, diye düşünüp bir sigara yaksa ya beklediği otobüs gelir ya da benim gibilerin beklediği müşteri. Rüzgârdan yanmayan çakmağı yakmak için arkamı dönüyorum. Mahallenin evsiziyle göz göze geliyoruz. “Yine bu manyak karı geliyor,” diye sesli sesli söyleniyorum. Caddeye doğru üflediğim dumanın altından geçip kaldırıma oturuyor. Görmezlikten geliyorum. Sokağın diğer köşesine geçip orada beklemeye başlıyorum. Tüm ahlak bekçilerinin diline yapışmış o cümle dökülüveriyor kadının buruşuk, dişsiz ağzından…
“Niye yapıyorsun kızım bu işi? Başka iş mi yok?”
Sigaradan çektiğim üçüncü nefeste bir araba duruyor önümde. Diğer elimi cebimden çıkarıp arabanın ön kapısını açıyorum. Kadınla tekrar göz göze geliyoruz. Her akşam olduğu gibi cevap bekleyen gözlerle bana bakıyor. Bir kere cevap versem diyorum. Belki… Bir daha sormaz.
“Kırmızı yüzünden,” diyorum. Kapıyı kapatıyorum. Kırmızı ışıkta bekliyoruz. Trafik gibi hayat da ilerlemiyor. Her şey kırmızının tam ortasında kalıyor.