F Önce Yaşam Ölüme Yol / Şeyma Acıgöz - son ümit

Önce Yaşam Ölüme Yol / Şeyma Acıgöz

 

                                                                        “Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın

                                                                         Hatırada kalan şey değişmez zamanla"


Şiirleri düşünmeden hiçbir şey yazamaz oldum. Bu yüzden, bölük pörçük cümlelerden ibaret oluyor her şey. Parçalanıyor, ufalanıyor; hisler yarım, anlamlar eksik. Kendime kızıyorum. "İnsan önce kendini affetmeli." diyor Kirkor. O hep haklı çıkıyor, artık bundan yoruldum. Kendi lüzumsuzluğumu düşünüyorum. Benim bu şehirde ne işim var? İnsan önce kendini affetmeliymiş. Yeni doğmuş bir çocuk tövbekâr bir ihtiyardan daha temiz değilmiş. Mesele merhamet meselesiymiş. İnsan önce kendine merhamet etmeliymiş. Kendime merhamet etmiyorum. Benim bu şehirde ne işim var? Kış günü, isli bir buğu ile bembeyaz çorak dağlardan ağaçlı yamaçlara vardım. Viran evleri geçtim, kalabalıklara ulaştım. Başka bir hayat mümkündür diye umutlandım. Oysa bu, yalnız umuttan ibaret bir yolculuk değildi. Hep izi sürülecek ve asla silinmeyecek bir geçmişten kaçıştı. Bir başka hayat mümkün oldu mu ya? Belki. Geçmiş günleri hatırlıyorum. Hatırlamak ne tuhaf. Zaman ve sınır kabul etmiyor. Tek bir imgeden bambaşka ânlar doğuruyor. Ya da yaşamak mı demeliyim? Tek bir imge her insanda başka şekillerde yaşıyor. Ben, yetmişinde bir kadın, ancak şuna yemin edebilirim: Tanrı dahi herkeste bambaşka şekillerde yaşıyor.

Yapayalnız ölüp gideceğim, ne kalacak ardımda? Bu sebepten yazıyorum buraya. Ben yaşadım diyorum, yok saymayın beni. Acı çektim ben de. Mutlu oldum kimi zaman. Yaşadım ben. İnanın! Kirkor merak eder beni, gelir ölümü bulur burada. Alt komşum cenazeyi gömünce defterimi açar, okur. Hiç suçum olmadığı hâlde neden kendime bu denli öfkeli olduğumu düşünür belki, kim bilir. Yoksa suçlu mu sayar beni? Suçlu olmayan neden kendine öfkeli olsun, değil mi? Değil. Ben suçlu değildim! Ben suçlu değildim! Tek başıma direndim. Kaçmadım. Ninem öldü, yalnız kaldım, yine de direndim. Hampar yalvardı bana, “Gidelim Sıranuş," dedi, "Gidelim İstanbul’a. Bak Kirkor da gitti, terzilik edecekmiş orada. Ben de ederim, evleniriz hem. Gidelim. Ne kaldı burada bizden? Kim kaldı? Bak hepi topu beş aile, sen yalnızsın. Koymam seni burada yalnız, gidelim, haydi gel.” Gitmedim. “Burası memleketim.” dedim. Melahat hiç yalnız koymadı beni başta, sağ olsun. Kocası Mehmet göz koydu bana. Kahvedekiler de göz koydu. Yüz vermedikçe gurur yaptılar. Ben he demedikçe kâfir dediler. Bu kez benimle görüşüyorlar diye karılarını dövdüler. Kadınlar korkar oldu, görüşmez oldu kimse benle. Kadın terziler elbise bile dikmez oldu. Terzi Hasan’a gitmeye başladım mecbur. Orospu oldu dediler. “Hey gidi Hoca Agop, kızının hâlini görse çeker vururdu!” diye söylendiler. Terzinin çırağı Atıf on beşinde çocuktu. Ben otuz beşimdeydim. Adımızı çıkardılar. Civan gibi delikanlı, üstüne yürüdü kahvedekilerin; “Pezevenk mi oldun lan!” dediler. Beni yaşatmadılar ya, Atıf’ı da yaşatmayacaklardı. Bağırdım, çağırdım. Çarşılarda küfrettim suratlarına. Dinlemediler ne Atıf’ı ne de beni. Melahat köşe başlarında ağladı. Geceleri dayak yedi kocasından, gündüz saçlarımı okşadı. Çocukluğumdan bir o kalmıştı yanımda. Hampar beni nasıl bıraktıysa Kirkor da ardında onu bırakmıştı, ağlaya ağlaya bırakmıştı. Biz geride kalmıştık, ağlaya ağlaya kalmıştık.

Artık bunları anlatmak ağlatmıyor beni. Aşkımı hatırlamak içimi bile ürpertmiyor. Oysa ne güzel severdik biz. Gençken insan tüm kalbiyle sever, bilirsiniz. Oysa şimdi? Kalbim benden evvel ölmüş, ne acı. Terk edildim, yok sayıldım, aşağılandım; varlığımla da yokluğumla da. Hepsine dayandım da, Melahat’ın yokluğu… Ah bu çaresizlik yok mu, ah bu çıldırtıcı his. Ben miydim kabahatli? Aylarca göremedim onu. Çaresizdim ama kabahatli değildim. Melahat da katil değildi. Biz kurbandık, en başından terk edilmiştik daha, genceciktik. Birkaç mektup yazdık sevgililerimizin ardından, birkaç da onlar yazdı. Sonra ardı arkası kesildi mektupların. Seneler sonra Hampar evlenmiş diye duydum, hiç üzülmedim, öyle yalnızdım. Öyle alışıktım terk edilmeye. Melahat’ı Mehmet’e verdiler, yok bile demedi; öyle bezgindi. Kirkor kasabada olsa da Melahat yine Mehmet’e he derdi. Babasına karşı gelemezdi, kasabalıya karşı gelemezdi. Cesur değildik biz, öyle görünüyorduk sadece. Mehmet hiç sevmedi onu. Kasabada karısını seven adam var mıydı zaten bilmem, hiç görmedim. Senelerce korkaklığımı göz ardı edip cesurluk tasladım, hiçbirine yüz vermedim. Aman, nelerine yüz verecektim ki o puştların? Yıllar böyle böyle geçti, her gün bir kişi daha konuşmadı benimle. Bir kişi daha eksildim. Kalbim eksile eksile sürgün oldu. ‘Exile’ diyor Hilmi Bey: “Bin yayladan geçtin / kalbin eksile eksile ‘exile’.” Deliliğe vurdum kendimi. Görüyordum, içlerindeki acıyı anlatamayan kadınlar deliriyorlardı. Sonra adamlar diyorlardı ki “Deli bu kadın, aman dokunmayalım buna.” Delirirsem bana da dokunmazlar belki dedim. Melahat’a dokundular. “Ne görüşüyorsun hâlâ o aşüfteyle?” diye sıkıştırdılar her gün. Kahvede dedikodular dönmüş, “Sıranuş Melahat’ı da orospu edecek.” demişler. Bir gün, iki gün. Bir kavga, iki kavga. Melahat’ın yüzü mosmor. Bir gece çığlıklarını duydum. Dedim Melahat da deliliğe vurdu herhâlde kendini. Böyle kurtulacak Mehmet’ten. Hepimiz kurtulduk o şerefsizden. Tüm dünya kurtuldu, sevinin. Cehennemde yüzüne tüküreceksiniz. Benim yerime de sevinin. Ben sevinemedim çünkü. Benim sürgünüm ondan kurtulunca başladı esas. Bir bıçak koydular üstüne. Melahat’ın ellerini bağladılar, götürdüler. Bir daha hiç saçlarımı okşamadı. Evden çıkamadım aylarca, gücüm de yoktu ya zaten. Öldü mü acep diye kapıdan bakmaya geldiler bir gün, sağ görünce “Melahat mahpusta kendini öldürmüş, sen hâlâ yaşıyor musun?” dediler. Ben suçlu değildim. Ben suçlu değildim. Başka bir hayat mümkün müydü peki? Belki. İsli bir buğu ile bembeyaz çorak dağlardan ağaçlı yamaçlara vardım. Viran evleri geçtim, kalabalıklara ulaştım. Kirkor’un yüzüne haykırdım, “Melahat’ı ben öldürmedim, dedim, ben nasıl öldürürdüm onu? Kalbim vardı benim bir zamanlar, kıyamazdım. Kendime kıyardım da ona kıyamazdım. Niye kıymadım kendime, ha? Niye? Benim yaşamakla ne işim var? Ben suçlu değilim ama affedemiyorum kendimi!”

İnsan en çok kendine merhamet etmeli diyor Kirkor. Kendime merhamet etmiyorum. Onun hiç eksilmeyen kalbi beni ürkütüyor. Kendi lüzumsuzluğumla köşeme çekiliyorum. Bir köşede yaşıyorum, yıllar var. Benim bu şehirde ne işim var? Öfke; içimi yiyip bitiren, engelleyemediğim bu sızı kan basıncımı allak bullak ediyor. Ellerim şuursuzca titriyor. Yalnız benliğime duyduğum öfke… İçimi dışıma kusmak istiyorum. Hatta bir içe sahip olmamayı diliyorum. Benim yaşamakla ne işim var?

                                                                                                          19 Ocak 1998

                                                           İstanbul

 

CONVERSATION