“Bırak
geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şey değişmez zamanla"
Şiirleri düşünmeden hiçbir şey yazamaz oldum. Bu yüzden, bölük pörçük cümlelerden ibaret oluyor her şey. Parçalanıyor, ufalanıyor; hisler yarım, anlamlar eksik. Kendime kızıyorum. "İnsan önce kendini affetmeli." diyor Kirkor. O hep haklı çıkıyor, artık bundan yoruldum. Kendi lüzumsuzluğumu düşünüyorum. Benim bu şehirde ne işim var? İnsan önce kendini affetmeliymiş. Yeni doğmuş bir çocuk tövbekâr bir ihtiyardan daha temiz değilmiş. Mesele merhamet meselesiymiş. İnsan önce kendine merhamet etmeliymiş. Kendime merhamet etmiyorum. Benim bu şehirde ne işim var? Kış günü, isli bir buğu ile bembeyaz çorak dağlardan ağaçlı yamaçlara vardım. Viran evleri geçtim, kalabalıklara ulaştım. Başka bir hayat mümkündür diye umutlandım. Oysa bu, yalnız umuttan ibaret bir yolculuk değildi. Hep izi sürülecek ve asla silinmeyecek bir geçmişten kaçıştı. Bir başka hayat mümkün oldu mu ya? Belki. Geçmiş günleri hatırlıyorum. Hatırlamak ne tuhaf. Zaman ve sınır kabul etmiyor. Tek bir imgeden bambaşka ânlar doğuruyor. Ya da yaşamak mı demeliyim? Tek bir imge her insanda başka şekillerde yaşıyor. Ben, yetmişinde bir kadın, ancak şuna yemin edebilirim: Tanrı dahi herkeste bambaşka şekillerde yaşıyor.
Yapayalnız ölüp
gideceğim, ne kalacak ardımda? Bu sebepten yazıyorum buraya. Ben yaşadım diyorum,
yok saymayın beni. Acı çektim ben de. Mutlu oldum kimi zaman. Yaşadım ben.
İnanın! Kirkor merak eder beni, gelir ölümü bulur burada. Alt komşum cenazeyi
gömünce defterimi açar, okur. Hiç suçum olmadığı hâlde neden kendime bu denli
öfkeli olduğumu düşünür belki, kim bilir. Yoksa suçlu mu sayar beni? Suçlu
olmayan neden kendine öfkeli olsun, değil mi? Değil. Ben suçlu değildim! Ben
suçlu değildim! Tek başıma direndim. Kaçmadım. Ninem öldü, yalnız kaldım, yine
de direndim. Hampar yalvardı bana, “Gidelim Sıranuş," dedi, "Gidelim İstanbul’a. Bak Kirkor da gitti, terzilik edecekmiş orada. Ben de ederim, evleniriz hem.
Gidelim. Ne kaldı burada bizden? Kim kaldı? Bak hepi topu beş aile, sen
yalnızsın. Koymam seni burada yalnız, gidelim, haydi gel.” Gitmedim. “Burası
memleketim.” dedim. Melahat hiç yalnız koymadı beni başta, sağ olsun. Kocası
Mehmet göz koydu bana. Kahvedekiler de göz koydu. Yüz vermedikçe gurur
yaptılar. Ben he demedikçe kâfir dediler. Bu kez benimle görüşüyorlar diye
karılarını dövdüler. Kadınlar korkar oldu, görüşmez oldu kimse benle. Kadın
terziler elbise bile dikmez oldu. Terzi Hasan’a gitmeye başladım mecbur. Orospu
oldu dediler. “Hey gidi Hoca Agop, kızının hâlini görse çeker vururdu!” diye
söylendiler. Terzinin çırağı Atıf on beşinde çocuktu. Ben otuz beşimdeydim. Adımızı
çıkardılar. Civan gibi delikanlı, üstüne yürüdü kahvedekilerin; “Pezevenk mi
oldun lan!” dediler. Beni yaşatmadılar ya, Atıf’ı da yaşatmayacaklardı.
Bağırdım, çağırdım. Çarşılarda küfrettim suratlarına. Dinlemediler ne Atıf’ı ne
de beni. Melahat köşe başlarında ağladı. Geceleri dayak yedi kocasından, gündüz
saçlarımı okşadı. Çocukluğumdan bir o kalmıştı yanımda. Hampar beni nasıl
bıraktıysa Kirkor da ardında onu bırakmıştı, ağlaya ağlaya bırakmıştı. Biz
geride kalmıştık, ağlaya ağlaya kalmıştık.
Artık bunları anlatmak
ağlatmıyor beni. Aşkımı hatırlamak içimi bile ürpertmiyor. Oysa ne güzel
severdik biz. Gençken insan tüm kalbiyle sever, bilirsiniz. Oysa şimdi? Kalbim
benden evvel ölmüş, ne acı. Terk edildim, yok sayıldım, aşağılandım; varlığımla
da yokluğumla da. Hepsine dayandım da, Melahat’ın yokluğu… Ah bu çaresizlik yok
mu, ah bu çıldırtıcı his. Ben miydim kabahatli? Aylarca göremedim onu.
Çaresizdim ama kabahatli değildim. Melahat da katil değildi. Biz kurbandık, en
başından terk edilmiştik daha, genceciktik. Birkaç mektup yazdık
sevgililerimizin ardından, birkaç da onlar yazdı. Sonra ardı arkası kesildi
mektupların. Seneler sonra Hampar evlenmiş diye duydum, hiç üzülmedim, öyle
yalnızdım. Öyle alışıktım terk edilmeye. Melahat’ı Mehmet’e verdiler, yok bile
demedi; öyle bezgindi. Kirkor kasabada olsa da Melahat yine Mehmet’e he derdi.
Babasına karşı gelemezdi, kasabalıya karşı gelemezdi. Cesur değildik biz, öyle
görünüyorduk sadece. Mehmet hiç sevmedi onu. Kasabada karısını seven adam var
mıydı zaten bilmem, hiç görmedim. Senelerce korkaklığımı göz ardı edip cesurluk
tasladım, hiçbirine yüz vermedim. Aman, nelerine yüz verecektim ki o puştların?
Yıllar böyle böyle geçti, her gün bir kişi daha konuşmadı benimle. Bir kişi daha
eksildim. Kalbim eksile eksile sürgün oldu. ‘Exile’
diyor Hilmi Bey: “Bin yayladan geçtin / kalbin eksile eksile ‘exile’.” Deliliğe
vurdum kendimi. Görüyordum, içlerindeki acıyı anlatamayan kadınlar
deliriyorlardı. Sonra adamlar diyorlardı ki “Deli bu kadın, aman dokunmayalım
buna.” Delirirsem bana da dokunmazlar belki dedim. Melahat’a dokundular. “Ne
görüşüyorsun hâlâ o aşüfteyle?” diye sıkıştırdılar her gün. Kahvede dedikodular
dönmüş, “Sıranuş Melahat’ı da orospu edecek.” demişler. Bir gün, iki gün. Bir
kavga, iki kavga. Melahat’ın yüzü mosmor. Bir gece çığlıklarını duydum. Dedim
Melahat da deliliğe vurdu herhâlde kendini. Böyle kurtulacak Mehmet’ten.
Hepimiz kurtulduk o şerefsizden. Tüm dünya kurtuldu, sevinin. Cehennemde yüzüne
tüküreceksiniz. Benim yerime de sevinin. Ben sevinemedim çünkü. Benim sürgünüm
ondan kurtulunca başladı esas. Bir bıçak koydular üstüne. Melahat’ın ellerini
bağladılar, götürdüler. Bir daha hiç saçlarımı okşamadı. Evden çıkamadım
aylarca, gücüm de yoktu ya zaten. Öldü mü acep diye kapıdan bakmaya geldiler
bir gün, sağ görünce “Melahat mahpusta kendini öldürmüş, sen hâlâ yaşıyor
musun?” dediler. Ben suçlu değildim. Ben suçlu değildim. Başka bir hayat mümkün
müydü peki? Belki. İsli bir buğu ile bembeyaz çorak dağlardan ağaçlı yamaçlara
vardım. Viran evleri geçtim, kalabalıklara ulaştım. Kirkor’un yüzüne haykırdım,
“Melahat’ı ben öldürmedim, dedim, ben nasıl öldürürdüm onu? Kalbim vardı benim
bir zamanlar, kıyamazdım. Kendime kıyardım da ona kıyamazdım. Niye kıymadım
kendime, ha? Niye? Benim yaşamakla ne işim var? Ben suçlu değilim ama
affedemiyorum kendimi!”
İnsan en çok kendine
merhamet etmeli diyor Kirkor. Kendime merhamet etmiyorum. Onun hiç eksilmeyen
kalbi beni ürkütüyor. Kendi lüzumsuzluğumla köşeme çekiliyorum. Bir köşede yaşıyorum,
yıllar var. Benim bu şehirde ne işim var? Öfke; içimi yiyip bitiren,
engelleyemediğim bu sızı kan basıncımı allak bullak ediyor. Ellerim şuursuzca
titriyor. Yalnız benliğime duyduğum öfke… İçimi dışıma kusmak istiyorum. Hatta
bir içe sahip olmamayı diliyorum. Benim yaşamakla ne işim var?
19 Ocak 1998
İstanbul
CONVERSATION