-Giriş-
Altmış metrekarelik küçük bir ev. Camları ve kapıları ahşap,
duvarlardan buruna çarpan is ve küf kokusu geniz yakıyor. Uzun yıllar bakım
görmeyen evde; tahtalar çürümüş, salonun ortasında bulunan koltuğun ayakta
durmaya mecali yok. Kapı ise oldukça eski, varlığıyla yokluğu bir…
Salondan yayılan mürekkep ve kitap kokuları mobilyalara
sinmiş, tüm evi hâkimiyeti atına almış durumda. Yerlere buruşturularak atılmış
kâğıt yığını kabaran parkeler üzerinde halı işlevi görüyor. Birbirini
sıradanlaştıran bu kâğıt topluluğu içerisinde aralarından biri (rengi gereği)
dikkat çekiyor;
“Anıl Bey,
Göndermiş olduğunuz kitabı inceledik ancak yayına uygun
bulunmadı, ilginize teşekkür edi…”
Yazının kalan kısmı kâğıttan bağımsız, kim bilir hangi
âlemde. Altında malum kitaptan bir parça, hemen yanında başka bir yayınevinden
gelmiş benzeri bir mektup, onun yanında yırtılan roman sayfalarından bir
başkası;
“ 'Doğru' diyordu İnge yalanlarcasına kalbini…”
Masada ise eşyalarla tezat düşen, yeni ve pahalıca bir
daktilo. Daktilonun yanı başında saçı sakalı birbirine karışmış, iri ve
çirkince burnuyla orta yaşlı bir adam; Anıl.
Siyah çerçeveli gözlükleri gözlerindeki mor halkaları
belirginleştirmiş, uykusuz geçirdiği onca geceyi ele veriyor, parmaklarında ise
daktilonun mürekkep izleri. Uyku sersemi kımıldıyor dudakları, mırıldanıyor
sanki. Biraz kızgın, biraz da kırgın;
-Sen haklıydın baba…
I.BÖLÜM
Kapı sesiyle uyandı Anıl. Uyku sersemi bakındı etrafına ve
her sabah olduğu gibi hiçliğin orta yerinde buldu kendini. Ne olduğuna anlam
veremeyen gözlerle etrafa bakınırken tekrar çalındı kapı ama daha sert ve kesin
bir ifadeyle. Gözleri yarı açık doğruldu ve yöneldi hole. Rezilliğinin sembolü
kâğıtlara basarak vardı kapıya;
-Kim o?
-Posta!
Anıl ihtiyar kapının hayıflanmalarını kulak ardı ederek
araladı ve uzattı kafasını;
-Buyurun?
-Anıl Özyurt siz misiniz?
-Evet, ne vardı?
-Adınıza bir posta var. Diyerek çantasındaki irice zarfı
uzattı.
Anıl isteksizce uzanıp aldığı zarfı doğruca diğer kâğıtların
yanına atarak kapıyı örttü. Ancak sabırsız postacı birkaç saniye dahi
geçmesini beklemeden tekrar çaldı kapıyı. Anıl o uyku sersemliği ile derin bir
nefes alarak bir kez daha asıldı kapının koluna;
-Evet, ne vardı?
-İmzanız gerekiyor da…
Postacının uzattığı kalemi görmezden gelerek cebinden
çıkardığı kalemle alelade bir imza atıp postacıya baktı;
-Başka bir şey var mıydı?
-Yo, hayır.
-Çok güzel! dedi ve yapmacık bir gülümseme ile postacının
yüzüne kapıyı çarptı.
Dönüş yolunda ayaklarını sürüyerek ilerliyor, gözlerini yarı
yarıya kapatıyor bu sayede uykusunun kaçmayacağını umuyordu. Ancak hiçbir şey
umduğu gibi olmadı, az önce fırlattığı zarfa basarak kaydı ve sırt üstü
kapaklanıverdi parkelere. Parkelerle kucaklaşması büyük bir gürültüyle beraber
odayı da toza boğmuştu. Uykusunun kaçtığına mı yoksa düştüğüne mi kızacağını
bilemeden sinirli bir edayla yavaşça doğruldu düştüğü yerden. Kesik kesik
öksürdükten sonra elini kafasına götürdü, kanamıyordu ancak oldukça ağrıyordu. Yamulan
Clark Kent gözlüklerini düzeltti. İyice doğrularak önündeki zarfı eline aldı.
Biraz evirip çevirdiyse de gönderenin ismi dışında bir şey
yazmıyordu zarfın üzerinde. “Bir hayran mektubu daha!” diyerek merakını
yatıştırmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Bir mektup için oldukça ağır ve
büyük bir zarf değil miydi? Üstelik bu meçhul kız mektubu göndereceği adresi de
yazmamıştı zarfa, nasıl gelmişti o hâlde? Kafasındaki sorular büyüyor büyüdükçe
girift bir hâl alıyor ve düşünceleri mutlak çıkmaza doğru sürükleniyordu. Bu
kadar düşünmeye ve senaryolar yazmaya ne gerek vardı ki açıp bakmak varken?
CONVERSATION